وَإِذْ قَالَ إِبْرَاهِيمُ رَبِّ أَرِنِي كَيْفَ تُحْيِي الْمَوْتَى قَالَ أَوَلَمْ تُؤْمِن قَالَ بَلَى وَلَكِن لِّيَطْمَئِنَّ قَلْبِي قَالَ فَخُذْ أَرْبَعَةً مِّنَ الطَّيْرِ فَصُرْهُنَّ إِلَيْكَ ثُمَّ اجْعَلْ عَلَى كُلِّ جَبَلٍ مِّنْهُنَّ جُزْءًا ثُمَّ ادْعُهُنَّ يَأْتِينَكَ سَعْيًا وَاعْلَمْ أَنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
ve iz kâle
ve demişti
ibrâhîmu
İbrâhîm
rabbî
Rabbim
eri-nî
bana göster
keyfe
nasıl
tuhyi
diriltiyorsun, hayy yapıyorsun,
el mevtâ
ölüler
kâle
dedi
e ve lem tu'min
ve inanmıyor musun
kâle
dedi
belâ
hayır, bilâkis, tam aksi (evet)
ve lâkin
ve lâkin, fakat
li yatmainne
tatmin olması için
kalbî
benim kalbim
kâle
dedi
fe
o zaman, öyleyse
huz
al, tut
erbeaten
dört
min et tayri
kuşlardan
fe
böylece, sonra
surhunne ileyke
(sana) yanına al, parçala
summe
sonra
ic'al
kıl, yap, koy
alâ
üzerine, ... e
kulli
hepsi, her
cebelin
dağ
min-hunne
onlardan
cuz'en
bir parça
summe
sonra
id'u-hunne
onları çağır
ye'tîne-ke
sana gelirler, gelecekler
sa'yen
koşarak
va'lem
ve bil
enne allâhe
Allah'ın ..... olduğunu
azîzun
azîz, üstün
hakîmun
hakim, hüküm sahibi