وَقَالَ مُوسَى رَبَّنَا إِنَّكَ آتَيْتَ فِرْعَوْنَ وَمَلأهُ زِينَةً وَأَمْوَالاً فِي الْحَيَاةِ الدُّنْيَا رَبَّنَا لِيُضِلُّواْ عَن سَبِيلِكَ رَبَّنَا اطْمِسْ عَلَى أَمْوَالِهِمْ وَاشْدُدْ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَلاَ يُؤْمِنُواْ حَتَّى يَرَوُاْ الْعَذَابَ الأَلِيمَ
ve kâle
ve dedi
mûsâ
Musa
rabbe-nâ
Rabbimiz
inne-ke
muhakkak sen
âteyte
sen verdin
fir'avne
firavun
ve melâ-hu
ve onun ileri gelenleri
zîneten
süs, ziynet
ve emvâlen
ve mallar
fî el hayâti ed dunyâ
dünya hayatında
rabbe-nâ
Rabbimiz
li yudıllû
onları saptırsın
an sebîli-ke
senin yolundan
rabbenâtmis alâ
Rabbimiz yok et, mahvet
emvâli-him
onların mallarını
veşdud (ve uşdud)
ve şiddetlendir, sıkıştır
alâ kulûbi-him
kalplerinin üzerini, kalplerini
fe lâ yu'minû
artık mü'min olmazlar
hattâ yerevu
görünceye kadar
el azâb el elîme
elim azap, acı azap